HABERLER

Dr.Sadık Top’un Kaleminden: Beslenme Alışkanlığının Yaşlanmayla İlişkisi

Ezelden, belki ilk insan kabul edilen Homo Sapiens’den, beri yaşlılığı (ihtiyarlığı) hiç sevmedik ve ölmekten çok korktuk. Dini telkinlerde bu dünyanın fani (geçici), gerçek yaşamın ve ölümsüzlüğün öbür dünyada olduğu ve de bunların imanın esaslarından sayıldığı vurgulanmasına karşın yine de ölüm karşısında şaşkınlık ve çaresizlik içinde büyük bir korkuya kapılırız.

Örneğin, günümüzde birçok erkek ve kadın yaşlılığın belirtisi olan beyaz saçlarını boyayarak genç görünmek isterler, bazıları –özellikle bayanlar- estetik ameliyatlarla genç görüntüsü edinmeye çalışırlar ve bazıları da kendileri gibi yaşlı olan eşlerinden boşanarak, daha genç olan biriyle evlenirler. Bu davranışların tümünün temelinde yaşlılıktan, dolayısıyla ölümden kaçış güdüsü vardır.

Yaşlanma nedir ?

Yaşlanma, vücudumuzdaki hücrelerden organlara kadar tüm yapılarda fonksiyonların giderek azaldığı oldukça karışık bir süreçtir. Başka bir söylemle, canlı organizmanın büyüme ve gelişmesinde zamanla meydana gelen gerilemelerin ve fonksiyonel açıdan yeteneklerin azalmasının toplamıdır. Bu süreç doğumla başlar ve bir daha durmaz, ölümle sonlanır. Yaşlanma tek boyutlu bir süreç olarak algılanır, oysa kişinin yalnızca takvim yaşına göre bir “kronolojik yaşlanma”sının, organizmanın yapı ve fonksiyonlarındaki değişmelere göre “biyolojik yaşlanma”sının, bu değişikliklerin düzenli bir şekilde gelişmesiyle “fizyolojik yaşlanma”sının, insanın algılama, öğrenme, sorunlarını çözme ve davranışlarına göre “psikolojik yaşlanma”sının ve sosyal alışkanlıkları ile toplum içindeki rolüne göre bir “sosyal yaşlanma”sının olduğu çok boyutlu bir süreçtir. Dolayısıyla, biyolojik, psikolojik ve sosyal yaşın içiçe geçmesi ve birbirini etkilemesi, kişinin gerçek yaşam süresini belirlemektedir. Yaşlanma sürecinde meydana gelen fiziksel, psikolojik veya sosyal yetersizliklerin hepsi önceden başlayan değişim ve gelişimlerin sonucudur. Bu süreç kişiden kişiye çok değişik işler. Bu bağlamda içinde yaşadığımız toplumu gözlemlersek, bazı insanların görünüşleriyle kronolojik (doğum tarihine göre) yaşlarının çok farklı olduğunu görürüz. Örneğin, 60 yaşında olan biri 35-40 yaşlarında, 50 yaşında olan bir başkası da 70-75 yaşlarında izlenim verebilir.

İnsanlar yaşlanır ve ölürler, bu, engellenemez (Topraktan geldik, toprağa döneceğiz!), ama yaşlanmayı yavaşlatmak ya da yaşam süresini uzatmak için birşeyler yapılabilir mi? Yaşlanma, vücudumuzdaki pek çok sistemi kapsayan kompleks bir süreçtir. Bu süreçte bazı değişiklikler-dönüşümler var ki, bunlar insan yapısının oluşumu esnasında meydana gelirler ve bugünkü düşünce sistemimize göre bunların engellenmesi olanaksızıdır. Ancak, yaşlanma sürecindeki bazı gelişmelerin "iyi yaşam alışkanlıkları" ile önlenebilir veya geciktirilebilir ya da tamamen tersine çevrilebilir olduğunu insanlık tarihinde izleyebiliyoruz. Eski Yunan ve Roma toplumlarında ortalama insan ömrü bugünle kıyaslandığında oldukça kısaydı. Örneğin, Bodrum Müzesi’nde sergilenen Karya Kraliçesi’nin mumyasındaki tabelada “..oldukça uzun yaşadı, öldüğünde 39 yaşındaydı” yazmaktadır. Eski Roma toplumunda insan ömrünün 22 yıl olduğu öngörülüyor. Oysa onların soyundan gelenlerin (Avrupa toplumları) ortalama ömürleri 1800’lü yıllarda 41-42 yıla, bugün ise 75-80 yıla çıkmıştır. Amerika’da yüzyıl önce 65 yaş ve üstü grup toplumun % 2’si iken, bugün %10’u seviyesine yükselmiştir. Japonya’da 1963 yılında sayıları 153 olan yüz yaşını geçmiş Japonların sayısı, bugün 30 bin civarındadır. Benzer durumlar Türkiye toplumu için de geçerlidir. Günümüzde toplumdan topluma değişmekle beraber, 65 yaş üstü kişiler genel olarak yaşlı kabul edilmektedir. Bu sonuçlar gittikçe daha uzun yaşadığımızı göstermektedir. Kuşkusuz bunda beslenme, sağlık ve eğitim gibi çevre koşularının iyileşmesinin büyük etkisi vardır. Yani, toplumun gelişmişlik seviyesine paralel olarak, toplumdaki yaşlanma süreci uzamaktadır. Bu bağlamda, insan ömrünü daha sağlıklı ve başarılı kılabilmek için çaba gösteren bilim adamlarının etkisi yadsınamaz.

Bununla birlikte, toplumun gelişmişlik düzeyi yaşam süresini belli bir sınıra kadar uzatabiliyor; kazalar ve hastalıkların olmadığı durumlarda sadece zamana bağlı biyolojik canlılığı ifade eden "maksimum olası yaşam süresi" insan için 115-120 yıl arasındadır. "Beklenen yaşam süresi" ise, kişinin içinde yaşadığı toplum ve çevresi tarafından belirlenir. Bu yüzyılda Batı toplumlarında 75-80 yıl iken, gelişmekte olan ülkelerde 40-50 yıla düşmektedir.

Yaşlanma Teorileri (Kuramları)

Yaşlanmaktan ve ölümden korkarız ama korktuğumuz kadar da niye yaşlandığımızı ve niye öldüğümüzü merak ederiz. Eski Yunan düşünürleriyle birlikte de “neden yaşlandığımızı” ya da “neden öldüğümüzü” açıklamaya yönelik düşünceler üretmeye başladık, pek çok teori geliştirdik. Bu teorilerin (kuramların) hepsi, zaman içinde vücut hücrelerimize ne olduğu konusunda odaklanmıştır. Bazı kuramlara göre, zaman içinde hücrelerin fonksiyonlarında ya da dışarıdan gelen stress (fiziksel ve ruhsal gerilim) ve enfeksiyonlara cevap verme yeteneğinde değişiklikler olmaktadır. Yaşlanmayı açıklamaya yönelik teorilerden bazıları ise, zaman içinde meydana gelen değişikliklerin, genetik yapımızdaki programlanmaya bağlı olduğunu öne sürmektedir. Bunlara göre, bizim ne zaman yaşlanacağımız genetik yapımızda bellidir ve zamanı gelince yaşlanırız. Erken dönemdeki büyüme ve gelişmenin bir program izlemesi gibi, olgunluk, yaşlanma ve ölüm de bir program izler ve yaş ilerledikçe söz konusu programlanma, erken yaşlardaki programlanmaya göre çok daha fazla değişkenlik göstermektedir. Diğer teoriler yaşlanmanın, zaman içinde çeşitli vücut sistemlerinde oluşan hasar sonucu oluştuğunu varsaymaktadır. Bu hasar, solunumla ya da besinlerle aldığımız veya doğal olarak vücudumuzda oluşabilen ve "yıpranmaya" neden olan zararlı maddeler tarafından oluşturulabilmektedir. "Hasar teorisi” beslenme tarzıyla yakından ilişkilidir, bu nedenle bu yazıda yaşlanma sürecini açıklamak için ileri sürülen "Hasar teorisi" ile beslenme alışkanlığının bağlantısını irdelemeye çalışacağım.

Serbest Radikaller ve Yaşlanma Hasar teorilerinden en çok kabul gören ve incelenen teori “Serbest radikal teorisi”dir. “Radikal”sözcüğü günlük yaşamımızda yabancı olmadığımız bir sözcüktür, örneğin “radikal önlemler”, “radikal kararlar”, “radikal dinciler”,vb. Alışılmış ya da geleneksel olandan belirgin biçimde ayrılan anlamındadır. Ama biraz da katılığı, hatta saldırganlığı da çağrıştırır. Kimyada ise “serbest radikal”, en dış elektron yörüngesinde bir elektron kaybetmiş ve dolayısıyla bu elektron açığını kapatabilmek için başka atomların elektronlarını paylaşmaya çalışan atomları tanımlar. Bu tür bileşikler karşılaştıkları her madde ile reaksiyona girme eğilimindedirler, yani saldırgandırlar. Karşılaştığı her bileşikle reaksiyona girerek onların yapısını değiştiren serbest radikaller hem doğal metabolik süreçler veya bir hastalık sonucu vücudumuzda oluşurlar, hem de ilaçlar, kirli hava, radyasyona maruz kalma, sigara dumanı gibi birçok maddeler aracılığıyla dışardan vücudumuza girerler. Serbest radikal kuramına göre, yaşam boyu sürekli serbest radikallere maruz kalma sonucunda hücre hasarı oluşmakta, bu hasar nedeniyle hücrelerin büyüme, gelişme ve farklılaşma fonksiyonlarında bozulmalar meydana gelmekte ve sonuçta kanser, ateroskleroz gibi hastalıklar veya ölüm olmaktadır. Bu teoriye göre yaşlanma da serbest radikallerin dokularda birikmesi sonucu oluşan hasarlar nedeniyle olmaktadır.

İster vücudumuzda oluşmuş olsun, isterse dışarıdan vücudumuza girmiş olsun serbest radikaller eğer vücudumuzda yeterli “antioksidan” yoksa hücrelerdeki protein, yağ, DNA gibi bir çok hayati önemi olan molekülleri bozarak birçok hastalığa neden olabilirler. Örneğin, hücre zarının yapısındaki proteinleri ve lipitleri (yağları) yıkarak hücreyi öldürürler veya fonksiyonlarını yapamaz hale getirirler; bağışıklık sistemindeki hücreleri yok ederek vücudumuzu hastalıklar karşısında korunmasız kalmasına neden olurlar; çekirdek zarını (nuklear membranını) yararak çekirdekteki genetik materyale etki edip DNA'yı kırılma ve kansere eğilimli değişikliklere (mutasyonlara) uğratırlar ve LDL’yi oksitleyerek ateroskleroz oluşumunu başlatırlar. Tüm bu reaksiyonlar kanser, kalp-damar hastalıkları, katarakt, diyabet, amfizem, bronşiyal astım gibi pek çok hastalığın nedenidirler. Ayrıca, bu reaksiyonların yaşlanma sürecini hızlandırdığı da düşünülmektedir.

İnsan Vücudunda Serbest Radikal Oluşumu

Metabolizma, organizmada yaşamın sürdürülmesi sırasında gerçekleşen tüm kimyasal tepkimeleri kapsar. Her organizma (canlı) , büyüme, gelişme, vücut ısısı, hareket, üreme gibi yaşamsal etkinlikleri sürdürebilmek için enerjiye ve bazı maddelere ihtiyacı vardır. Bilindiği gibi, canlılığın kaynağı güneştir; Tüm canlılar güneş enerjisini kendilerine özgü enerjiye dönüştürerek yaşamlarını sürdürürler. Ancak güneş enerjisini doğrudan almaz, besinler aracılığıyla alırlar. Bitkiler güneş enerjisini nişasta, selüloz, protein, vitamin gibi organik moleküller şeklinde depo ederler. Bitkilerle beslenen hayvanlarda bitkisel nişasta,selüloz ve protein hayvansal yağa ve proteine dönüşür. İnsan hem bitkilerle ve hem de hayvansal ürünlerle beslenir. Güneş enerjisinin depolanış biçimi olan bu bitkisel ve hayvansal besinler insan vücudunda insana özgü glikojen, yağ ve protein şekline dönüşür. Vücudun bu organik bileşiklerin yanında sodyum, demir, potasyum, klor, magnezyum, çinko gibi daha bir çok inorganik maddelere de gereksinimi vardır. Dış çevreden alınan organik ya da inorganik moleküller, ya önce parçalanarak, yıkıma uğratılarak ya da yıkıma gerek kalmadan gerekli moleküllerin sentezlenmesinde kullanılır. Daha karmaşık yapıdaki moleküllerden oluşan maddelerin organizmada, daha basit yapılı moleküllere yıkımı süreçlerine metabolizmanın “katabolizma” süreçleri denilir. Daha basit yapıdaki moleküllerin, daha karmaşık yapıdaki moleküllerin sentezinde kullanılması ise “anabolizma” tepkimeleridir. Bu tepkimelerin tümü elektron alış-verişi ile yürür. Serbest radikal ise, üzerinde elektron açığı olan bileşik demektir, dolayısıyla metabolizma tepkimelerinde serbest radikaller doğal olarak meydana gelirler.

Metabolizma süreçlerinde insan vücudunda oluşan serbest radikaller temel olarak oksijen kaynaklıdırlar. Bitkisel ve hayvansal kaynaklı besinlerdeki ( nişasta, yağ, protein) yüksek enerjinin büyük kısmı insan hücresinde insana özgü enerjiye, diğer kısmı ise vücut ısısının 37 derecede sürdürülebilmesi için ısı enerjisine dönüştürülür. İşte bu süreçte serbest oksijen radikalleri oluşur. Reaktif oksijen türleri arasında süperoksit (O2* ), hidroksil (HO*), peroksil (ROO*), lipit peroksil (LOO*) ve alkoksil (RO* ) radikalleri sayılabilir. Reaktif nitrojen türlerini ise nitrik oksit (NO. ) ve nitrojen dioksit (NO2 . ) oluşturur. Bunlardan başka metabolik olaylarda hücre içinde ya da hücre dışında hipoklorik asit, kloraminler, azot dioksit(N2O), nitrik oksit(NO•), ozon ve lipit peroksitleri gibi radikaller de oluşur. Demek ki, serbest radikaller aslında doğduğumuz günden itibaren metabolizmamızla birlikte hücrelerimizde oluşmaya başlamaktadır. Sadece insanda değil, bu kimyasallar oksijen kullanan tüm hayvanlarda doğal olarak oluşmaktadır. Besinlerden enerji üretmek için oksijen gereklidir ama çok az bir oranda da olsa (%3-5) kullanılan oksijenin bir kısmı biyolojik yapımıza zararlı olan serbest radikallerin oluşmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda, yaşamımızın kaynağı olan oksijen aynı zamanda yaşamımızın paradoksu (çelişkisi) dur. Bununla birlikte, metabolik süreçlerde oluşan serbest radikaller elektron transferi, enerji üretimi ve pek çok diğer metabolik işlevde temel oluşturduklarından yaşam için gereklidir. Ayrıca, serbest radikaller vücudun hastalıklara karşı direncini vücudu saran bakteri, virüs, mantar gibi organizmaları yok ederek arttırır. Ama, eğer vücudun antioksidan engelini aşarlarsa hücrelerde hasarlara neden olurlar. Serbest radikallerin bu şekilde yaşlanma ve yıkıcı hastalıklara neden oldukları 1954'lerden beri bilmekte ve buna karşı çözümler üretmektedirler.

Dışardan Aldığımız Serbest Radikallerin Kaynakları

Metabolizmamızdan kaynaklananların yanında olumsuz dış etkenler de serbest radikal oluşumuna neden olurlar. Sürekli gelişmekte olan teknoloji, oluşan çevre kirliliği, sigara, radyasyon ve pek çok diğer etken sürekli olarak çeşitli toksik (zehirli) maddelerle karşı karşıya kalmamıza neden olmaktadır. Bu etkiler kendini serbest radikal oluşumuyla gösterir. Serbest radikal yaratan kaynaklar, radyasyon( Çernobil kazasını hatırlayınız) , güneş, X-ışınları, hava kirliliği, sigara dumanı, virüsler veya bakterilerin neden olduğu enfeksiyonlar, bazı ilaçlar, haşere kontrol ilaçları v.b.dir. Hatta yiyeceklerde bulunan bazı bileşikler vücudumuzda serbest radikallere dönüşürler. Gıdaların üretimindeki değişik ve yapay işlemler nedeniyle de vücuda serbest radikal alımı artmış ve bunların reaksiyonu sonucu oluşan toksik (zehirli) maddeler vücudumuzda birikir hale gelmiştir. Tüm bu nedenlerden dolayı dış etkilerle oluşan hastalıklar artmakta, genetik hastalıkların da çevresel etkilerle daha çok belirginleşmesine neden olmaktadır. Bu hastalıklara çözüm getirmek öncelikle bu hastalıkların oluşumunu engellemekle gerçekleşebilir. Bunun için de ilaçlardan öte alınan besinler önem kazanmaktadır.

Beslenme Alışkanlığının Yaşlanmayla ilgisi: Antioksidan Besinler

Serbest radikallerin başka bileşiklerle olan etkileşimlerine “oksidasyon reaksiyonları”, serbest radikallere de “ oksidan maddeler” denilir. Dolayısıyla, serbest radikallerin başka maddelerle olan reaksiyonlarını ve böylece de onların vücuttaki yıkıcı-bozcu etkilerini engelleyen ya da azaltan maddelere “anti-oksidian” (oksidasyonu önleyen) maddeler denir. Antioksidanlar elektron yapılarının gereği serbest radikaller için kolay bir saldırı hedefi oluştururlar. Böylece, serbest radikaller ile kendileri reaksiyona girerek onların proteinler, yağlar, hücre zarları, DNA ve vücudun diğer önemli yapılarına saldırmalarını önlerler, başka bir söylemle oları etkisiz hale getirerek zararlı etkilerini önlerler. Anti-oksidan maddeler ya vücut tarafından doğal olarak üretilirler ya da dışardan besinlerle alınırlar. Bu sayede vücut serbest radikal hasarının çoğunu bloke eder. Süperoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GSH), katalaz gibi bazı antioksidanlar vücut tarafından üretilir; yukarıda sözü edilen süperoksit radikalini(O2*) süperoksit dismutaz (SOD) enzimi yok eder; katalaz enzimi hidroksil radikalinin(HO*) oluşmasını engeller; glutatyon peroksidaz enzimi de oluşan hidroksil radikalini zararsız bir bileşiğe dönüştürür. Bu antioksidan enzimler hücre içinde bulunurlar, hücre zarlarında bulunmazlar.

Serbest radikallerin vücudumuzda hasar oluşturabilmeleri için vücudun antioksidan sistemini geçmeleri gerektiğini yukarıda birkaç kez vurgulandı. Buraya kadar anlatılanlar vücudun antioksidan sisteminin çok önemli olduğunu ve yeterli düzeyde tutulması gerektiğini ortaya koymaktadır. Vücudun ürettiği antioksidanlar sulu ortamlarda etkindirler, hücre zarları gibi yağımsı ortamlarda etkisizdirler. Bu nedenle çekirdek ve hücre zarlarında serbest radikal saldırısını önleyemezler. Ayrıca, serbest radikal üretiminin arttığı durumlarda yetersiz kalabilirler. İşte o zaman besinlerle alınan antioksidanlar devreye girer. Bu nedenle, beslenme alışkanlığı ile yaşlanma sürecinin ilişkisi anti-oksidanlar ile olmaktadır. Besinlerle alınan Beta-karoten (A-Vitamini), askorbik asit (C-vitamini), alfa-tokoferolün (E-vitamini) serbest radikallerin neden olduğu oksidasyonları önlediği gerek laboratuvar deneylerinde ve gerekse hayvan ve insanlar üzerinde yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Bu nedenle bu vitaminlere antioksidanlar da denilmektedir.

Vücutta üretilen antioksidan enzimler hücre zarlarında etkisizdirler, çünkü hücre zarının yapısında yağımsı maddeler ( lipitler) vardır, bu nedenle bu zarları ancak yağda çözünen antioksidanlar koruyabilirler. Yağda çözünen en önemli antioksidan E-vitaminidir. Yapılan birçok deneyde E-vitamininin hücre zarlarını serbest radikal saldırılarına karşı etkin bir şeklide koruduğu kanıtlanmıştır. E-vitamini çoğunlukla hücre zarında bulunur ve eğer görevini yapmazsa serbest radikaller hücre zarına, DNA'ya ve diğer hücre bileşenlerine zarar verir. E-vitaminin bu koruyucu etkisi birçok hastalığın meydana gelmesini engeller. Antioksidan vitaminlerin kalp-damar hastalıklardan koruma özelliği son 20 yıldır büyük bir ilgi görmektedir. Vitamin E eksikliği kalp hastalıkları dışında pek çok diğer hastalıklara da neden olabilmektedir: Amerika’da yapılan bir çalışmada meme kanseri oluşumu ve antioksidanlarla olan ilişkisi araştırılmıştır. Aileden gelen meme kanseri riski taşıyan kadınlarla yapılan çalışmada günlük fazla dozda E vitamini verilen deney grubunda meme kanseri riskinin azaldığı gösterilmiştir. Risk taşıyan kadınlarda verilen doza göre kanser oranının %99'a kadar düşürülebildiği, risk taşımayan kadınlarda ise meme kanseri görülme riskinin %30 azaltıldığı rapor edilmiştir. E-vitamini eksikliğinde eritrositlerde bozukluk, kısırlık, yaşlanma, kolay yara oluşumu, egzema, menstrual(hayz) sorunlar, katarakt, vb. görülür.

C vitamini (askorbik asit) hem tek başına bir antioksidan olarak etkinlik gösterir, hem de E vitamininin sürekli aktif halde olmasını sağlar; buna sinerjik etkileşim denir. Alfa tokoferol (E-vitamini) ve askorbik asit'in (vitamin C) sinerjistik olarak çalışıp hücre zarlarını ve LDL'nin oksidasyonunu önlediği bulunmuştur. Laboratuvar deneylerinde C- vitamininin tek başına LDL oksidasyonu %15 oranında azalttığı bulunmuştur. Yalnız tokoferol ile yapılan çalışmada oksidasyondaki azalma %50, ikisinin de uygulanması sonucu LDL oksidasyonundaki azalma %78 bulunmuştur. Yani, ateroskleroz oluşma olasılığı %78 oranında azalmıştır.

Yıllardan beri yapılan pek çok araştırmada C vitamininin etkili bir anti-kanser (kanser önleyici) madde olduğu bulunmuştur. En büyük etki yemek borusu, gırtlak, ağız ve pankreas kanserlerinde, bunları takiben mide, barsak, meme ve rahim kanserlerinde görülmektedir. C-vitamininin kanser oluşumunu önleyici etkisini serbest radikallerin DNA’ya ve lipidlere (vücut yağlarına) saldırmasını önleyerek, bağışıklık sisteminin kanser hücrelerini tanıyarak yok etmesinde yardımcı olarak ve karsinojenik (kanser yapıcı) maddeleri karaciğerde yıkan enzimleri aktif hale getirerek gösterdiği kaydedilmiştir. İşlemden geçmiş (rafine edilmiş) yiyeceklerde “nitrat” olarak adlandırılan maddeler çok bulunur. Nitratlar, vücudumuzda nitrözamin denilen maddelere dönüşürler. Nitrözaminler karsinojen (kanser yapıcı) maddelerdir. Laboratuvar deneylerinde ve deney hayvanları üzerinde yapılan çalışmalarda C-vitamininin nitratların nitrözaminlere dönüşmesini engellediği gösterilmiştir. Bu, kanser oluşumunu engellediği anlamına gelir.

A- vitamini ve Beta-karoten ( bitkisel kaynaklı A-vitamini) de bazı durumlarda antioksidan gibi davranırlar. İnsan kanında bulunan albümin, taurin, bilirubin ve ürik asit de bilinen doğal antioksidanlardır. Bunların dışında biyoflavonoitler, Koenzim Q, Lipoik asit ve glutatyon olarak adlandırılan bileşikler de vücutta antioksidan olarak davranırlar. Besinlerle alınan selenyum, çinko ve kalsiyum da antioksidan mineraller olarak kabul ediliyorlar, diğer antioksidanlar gibi bunlar da serbest radikal oluşumunu önlerler.